Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik ve benlik?
Hz. Mevlana, Peygamberimiz'in hadis-i şeriflerinde de belirttiği gibi Devlet Sultanını, yani devletin yöneticisini, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (zıllu’llah) olarak nitelendirir ve ona tabii olmayı esas sayar.
Çünkü Sultan, ilahi adaletin yeryüzündeki temsilcisidir,"adildir ve aynı zamanda öyle de olmak zorundadır. "Halk" Allah tarafından yöneticilere verilmiş bir emanettir. Çünkü halk olmazsa sultanlık olmaz. Emanet de dinimize ve diğer ilahi dinlere göre kutsal olduğu için "emanete de ihanet edilmez”.
Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar.
Hz. Mevlana'ya göre yönetici; bir havuz, halk ise bu havuza su dolduran borulara benzer. Hal böyle olunca da eğer borulardan pis su gelirse havuz pis suyla; temiz su gelirse temiz suyla dolacaktır.
Ne demek oluyor bu? Yönetici, halkın bir araya gelmesiyle oluşturduğu bir kişi yada makamdır. Bu oluşum da demokrasilerdeki seçim sistemidir. Yani; halk nasılsa, yönetici de öyledir. Yada eğer kusur varsa bu tek taraflı değildir.
Yönetenler arı, duru temiz bir su kaynağına benzetilir. Temiz su buradan çıkar arığa gelir. Halk onu bulandırmaya çalışsa da o akarsu misali bulanıklığı, pisliği alır, götürür. Bu da günümüz ortamında "idealist" yada "nadir" yönetici tipidir. Yada temiz sudaki pislik misali "yolsuzluklarla" gerektiği gibi mücadele edebilmektir.
Hz. Mevlâna, yöneticilerin sosyal adaleti sağlaması hususunu bir padişahın ağzından şöyle naklediyor: "Ben bir hükümdarım, benim işim adalettir, lütuftur. Ben kendi soframda ne yersem, halkıma da onu yediririm. Pişmiş, ham boğazımdan ne geçerse maiyetimdekilerin, yani halkın boğazından da o geçer. Ben kürk, atlas ne giyersem halkım da onu giyer. Ben bunları giyerken onlara eski elbise giydiremem. Çünkü Peygamber Efendimizin şu hadisinden öğüt alırım: Siz ne giyiyorsanız, hizmetçilerinize de onu giydirin; elinizin altındaki kişilere yediğiniz şeylerden yedirin"...
Yönetici ve idarecilerin nasıl olması gerektiğini bu vurgulayıcı fikirlerle açıklayan Mevlâna, Mecalis-i Seb'a adlı eserinde de zalim yöneticileri kınar ve şöyle der:
"Yoksulun gönlünü kebap edip yiyen zalim yönetici, iyice dikkat ederse görür ki kendi budunu kızartıp yemektedir."
Eserlerinde adaletle, doğrulukla yönetim göstermeyen yönetici ve hakimlere de işaret eden Mevlâna, haksızlığa uğrayan bir mazlumun ağzından şu sözleri söyler:
"Ey hakim, senin hükmün adalettir, azgınlık değil. Ey hakim, kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl reva görürsün? Kim kuyu kazarsa içine kendi düşer, hadis-i şerifini okumadın mı? Çünkü zalimin zulmü, karanlık bir kuyudur..."
Atalarımızın "Ne ekersen onu biçersin" dedikleri ama hala ders almayanların durumları. Mevlâna yine bu konuyla ilgili olarak, duygusal bir şekilde şöyle der:
"Emir sahibi yönetici hainlik ederse çevresindekiler de hainlik eder. Yeryüzünde hüküm verecek hakim de bilerek yanlış hüküm verirse, Yüceler yücesi ve gerçek hakim olan Allah tarafından nelere uğratılır? Vay onların haline, vay onların haline; Yine de vah, vah onların haline.
Şeyh Sadi-i Şirazi'nin Gülistan adlı eserinden bir hikayeyi aktarmak yerinde olacaktır. Çünkü bu hikayeden çıkacak mesaj günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz prensiplerin başında gelmektedir.
"Adaletli olmasıyla tanınan bir padişah; saray eşrafı ve hizmetçileriyle birlikte ava çıkar. Av sonunda, bulundukları yerde avlarını pişirip yemeye başlayacakları vakit bir bakarlar ki yanlarına tuz almamışlar. Padişah hemen bir hizmetçisini çağırarak yakındaki bir köyü gösterir ve "hemen git oradan bir tutam tuz al gel" der ve sıkı sıkıya da parasını ödemesini tembihler. Etrafındakiler hayretle, padişaha bu kadar tuzun köye ne zarar vereceğini sorarlar.
Padişah ise şu vurgulayıcı cümleleri sıralar:
* Eğer ben padişah olarak ücretini ödemeden halkın bir yumurtasını alsam, çevremdekiler o halkın bütün tavuklarını keser, yerler.
* Yine; eğer ben parasını vermeden bir elma alsam, onlar ağaçları kökünden söküp çıkarırlar.
Dönemin idarecilerine gerek sohbetleriyle ve gerekse yazdığı mektuplarla daima yol gösteren, onları iyiliğe ve adalete davet eden ve bu bakımdan da "Manevî Sultan" konumunda olan Mevlâna"nın yaşamından konumuz ile ilgili dört kesit sunuyorum ve yorumunu siz sayın okuyucularımıza bırakıyorum:
1- Birgün Mevlana'nın yanına bir kişi gelir ve "Falan yönetici hiç rüşvet almadan iş yapıyor; ne değerli bir kişi" diyerek o idareciyi övmeye başlar. Mevlana ise bu şahsı azarlayarak "Git buradan, zaten normal olanı da bu değil mi? Bu yapılması gerekenlerden dolayı hiç insan övülür mü?" der ve o kişiyi huzurundan uzaklaştırır.
2- Birgün, döneminin en etkin veziri Emir Pervane, kendisine nasihatlarda bulunması ve öğütler vermesi için Mevlana'nın huzuruna gelir. Mevlana onun bu isteğini dinler, bir müddet susar ve Emir'e dönerek sorar: "Emir, Kur'an"ı ezberlediğini duyuyorum..." Emir, "Evet ezberliyorum." diye cevap verir. Mevlana tekrar sorar: "Hadis-i şeriflerle ilgili bir eseri de Şeyh Sadreddin Hazretlerinden dinlediğini duyuyorum." Emir tekrar "Evet doğrudur," diye cevap verir.
Bunun üzerine Mevlâna "Madem ki Allah'ın ve O'nun elçisinin sözlerini okuduğun ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyor ve Ayet ve hadislerden gereğince amel edemiyorsan benim nasihatımı nasıl dinlersin?" deyince Emir ağlayarak Mevlana'nın huzurundan ayrılır ve artık adaletli bir yönetim göstermeye başlar.
3- Yine Emir Pervane, Mevlâna ile sohbet için medresesine gelir. Kapıdaki müridler hemen Mevlana'ya haber verirler. Mevlana ise öğrencilerine ders vermekte olduğunu bildirerek vezirin beklemesini söyler. Birkaç saat geçer; Mevlâna hâlâ derstedir. Pervane'nin biraz daha beklemesini söyleyerek onu huzuruna almaz. Böylece uzun bir süre geçer. Sonunda Mevlâna bir müridiyle haber göndererek çok meşgul olduğunu ve daha sonraki günlerde gelmesini ister ve onunla görüşmez. Emir Pervane ağlayarak medreseden ayrılır ve yolda giderken "Evet" der; kısık bir sesle. "Mevlana bana gereken dersi çok iyi verdi." Etrafındakiler sorar: "Ne dersi vezirim; siz kendisiyle görüşmediniz ki!" O, çevresindekilere şu cevabı verir: "Ben Sultan olarak, kapıma gelen ihtiyaç sahiplerini nasıl bekletiyor ve hatta hiç görüşmeden onları kapımdan gönderiyorsam, o gönül sultanı da bana bunu yaptı ve bekletilmenin ne kadar kötü olduğunu bana gösterdi. Artık bundan sonra kapıma gelen hiçbir ihtiyaç sahibini bekletmeden huzuruma alın."
4- Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus II, Mevlâna"yı ziyarete gelir. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat göstermeyip dersi ve müridleri ile meşgul olur. Sultan bir müddet bekledikten sonra "Mevlana hazretleri, bana bir nasihat ver" der. Mevlana kendisine sertçe bakarak:
"Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler; sen kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler; sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı; sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun." buyurur.
Bu sözleri işitip yaptığı icraatların muhasebesini yapan sultan, ağlayarak dışarı çıkar ve Allah"a dualarda bulunarak daima adil olacağına ve iyi işler yapmaya dair yemin eder.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyoruz: Evet. "Baş" ve "Beden" ayrılmaz bir parça; bu ikisinin uyumu da zaruri bir prensip, hatta "vücut" sağlığının olmazsa olmazlarındandır. Çağımızda da bir Mevlana yetişmesini bekleyip durmaktansa ikisinin de asgari değil azamî oranda uyumunu sağlamalı yada "beden"in gereksinim duyduğu, doğasında var olan hareketleri "baş"ın iyi algılaması ve buna göre düşünmesi gerektiği kaçınılmaz bir sonuçtur.
Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir sey yok. Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, aşık olmuştur.
"Hz. Mevlana adaletsiz davranan yöneticileri destekleyen ve öven halka da bir mesaj veriyor. Peygamberimiz "Zalim kişi övülünce, Allah gazaba gelir; bu yüzden arş bile titrer " hadis-i şerifini hatırlatıyor.
Yazımı Hz. Mevlana'nın Mesnevi’sinden bir beyitle tamamlıyorum ve Allah'ın selamı tüm insanlığa olsun diyorum...
Olgunun halinden hiç anlar mı ham.
O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam.
Yusuf GÖKDOĞAN
Kamu Yönetimi Uzmanı-Siyaset Bilimci
Yazar/Kişisel Gelişim-İletişim Uzmanı