“Erdem Hocam, size bir sorum olacak”, diye söz başladı Taha. Adeta koşa koşa geldiği Erdem Hoca’sının yanına. Erdem Hoca, Taha’nın sabahın bu erken vaktinde telaşlı ve nefes nefese Medrese’ye gelerek kendisine soru sormasına çok alışkındı. Çünkü, Taha, geceleri bir hususu tefekkür eder ve cevabını bulmak için hızlıca Erdem Hoca’sının yanına koşardı.
O gece Taha, evde nimet ve külfet dengesini tefekkür etmiş ve cevabını aramak için de soluğu Erdem Hoca’nın yanında almıştı.
Erdem Hoca, şefkatli bir gülümsemeyle, gözleri sevgi parıltılarıyla dolu bir haldeyken, “buyur bakalım Taha, sorunu sor” dedi.
Taha sorusunu sordu: “Erdem Hoca, nimet ne zaman külfete, külfet ne zaman nimete dönüşür? Soru kısa idi. Ancak, sorunun manası çok da kısa değildi? Soru çok zor, çok derin ve anlamlıydı. Ancak feraset ve takva ile dolu olan Erdem Hoca’ya adeta zor soru yok gibiydi.
Erdem Hoca, “evet, Oğlum Taha, yine derin derin düşünmüşsün bu gece de. Maşallah subhanallah. Sorun çok güzel ve özel bir soru.
Taha bu güzel sözlere sevindi. Gözlerinden sevinç parıltıları yayıldı.
Erdem Hoca, bu soruyu cevaplamak için, yazı yazdığı kağıdı ve elindeki kalemi bir kenara bıraktı ve medresedeki bir minder üzerindeki yerinden, hafifçe arkadaki duvara doğru yaslandı.
“Bak evladım” diyerek söze başladı ve aşağıdaki açıklamalarda bulundu.
“Bir nimet sebeb-i selamet olacağı gibi, sebeb-i felaket de olabilir. Aynı şekilde külfet de sebeb-i selamet olabileceği gibi, sebeb-i felaket de olabilir. Yani, nimeti helalinden elde eder ve helalinden harcarsa bir insan, bu bir mutluluk ve selamet sebebi olur. Kişi böylece Dünyada ve Ahirette huzura kavuşur. Ancak, nefsine uyar da, nimeti haram yollarla kazanır ve haram yerlerde harcarsa, bu da, maazallah, bir felaket sebebi olur ve o kişi de Dünyada ve Ahirette huzursuzluğa ve zarara uğrar.
Bir külfet de sabır ve azim ile karşılanıp, insan haline şükrederse, bu da insana hem Dünyada, hem de Ahirette mutluluk ve huzur verir. Ancak, külfetin hikmetini düşünmez de nefsinin oyunlarına gelirse, isyan ederse, bu külfet ona felaket nedeni olur.”
Erdem Hoca biraz durakladı ve tekrar anlatmaya başladı: “Oğlum, evvela, nimetlerin nerden geldiğini ve neden verildiğini bileceksin. Nimetler insana bir imtihan olduğu gibi, külfetler de imtihandır. Nimet, şükrü gerektirir. Külfet de sabrı gerektirir. Bu ikisine iyi dikkat etmek gerekir. Bir insan, nimet içindeyken şükrettiği kadar, sabretmelidir de. Neye sabredecek dersen, nimetlerin kendisini yoldan çıkarmamasına sabredecek. Külfet içindeki de sabrettiği kadar, aynı zamanda şükredecek. Neye şükredecek dersen, bu külfetin de daha ağır külfeti var. Buna şükür diyecek. Evet, anlayış bu olacaktır.
Erdem Hoca, Taha’ya “istersen bu anlatımlarımı birkaç örnekle açıklayayım. Bu açıklamalarımla belki daha da ikna olursun” dedi. Taha, “ne demek Erdem Hoca, ben ikna oldum. Ancak anlatacağınız örnekleri dinlemek isterim” dedi.
Erdem Hoca şu örneği anlattı: “Oğlum zenginlik şımartır. İktidar insanı bozar. Çünkü araya nefis gire. Mesela, mal-mül sahibi çok zenginsiniz ya da bir yerde yönetici oldunuz iktidardasınız. Elinizde imkanlar var. Herşey emrinizde. Bu durumdayken, nefsinizle devamlı cedelleşmek gerekir. Bu mücadeleden zaferle çıkmak kolay mı? Sabır gerekir. İslam tarihinde yaşanmış meşhur bir olay var. Onu anlatayım. Salebe isimli bir Sahabe zengin olduktan sonra helak olmuştur. Salebe’nin mala-mülke karşı çok hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu. Bir gün Peygamberimizin (asm) huzuruna çıkarak: “- Yâ Resûlullah, Allah’a dua et de zengin olayım” dedi. Allah’ın Resûlü (asm), Sâlebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi: “- Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” Salebe, birkaç kez ısrarla dua isteyince Allah’ın Resulü (asm) dua etti. Salebe zamanla çok çok zengin oldu. Ancak bu zenginlik ona hayır getirmedi. Salebe zekatını dahi vermeyecek bir azgınlık içine düştü. En sonunda helak oldu gitti.”
Erdem Hoca, biraz durdu ve “Nimet, nasıl da külfete dönüştü gördün mü, Taha!” dedi. “Yine İslam tarihinden bir olaydan giderek açıklama yapayım. Önce Sevgili Peygamber Efendimiz’in (asm) bir Hadis-i Şerif’ine yer verelim. Hz. Peygamber, kendisinden valilik isteyen Hz. Ebu Zer Gıfarî’ye de şöyle demiştir: “-Ebu Zer, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde bir perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de yerine getiren müstesnadır?” Şimdi burada İslam tarihinde iktidar savaşı ya da içtihat farklılığı nedeniyle (nedeni ne olursa olsun) meydana gelen bir savaştan, Sıffin Savaşı’ndan sözedeceğim. Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali ile onun halifeliğine biat etmeyen Şam Valisi Muaviye orduları karşılaşmış ve her iki taraftan binlerce Müslüman birbirini öldürmüştür. Şimdi, ahirette Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ebu Zer Gıfari’nin durumu aynı mıdır? Hayattayken belki Hz. Ebu Zer Gıfari fakirlik ve külfet çekmiştir.
Ancak vefat ettiğinde, hepsi bitmiş, ve külfet nimete dönüşmüştür. Ancak, Muaviye’nin Valilik nimeti, bir külfete dönüşmüştür. Çünkü, o Sıffin Savaşı’nın bir hesabı vardır. Valilik görevinin ayrı bir hesabı vardır. Tüm yöneticilik görevlerinin ister bugün olsun, ister yarın olsun, isterse geçmişte olsun, hepsi sorumluluk ister ve hesabı vardır. Onu nimet olarak değil, bu hesap yönüyle külfet görmek ve dikkatli olmak gerektir.”
Erdem Hoca, konuşmasını bitirince Taha’ya, “mesajı anladın mı” der gibi manidar bir şekilde baktı. Taha, bu bakıştaki soruyu anladı ve şu cevabı verdi: “Erdem Hoca, mesaj alınmıştır.”
Erdem Hoca bu sohbetin sonunda Taha’ya şöyle seslendi: “Her nimet, gerekli şekilde şükredilmezse külfete, her külfet de gerekli şekilde sabredilirse nimete dönüşür, vesselam.”