Merhaba sevgili okurlar, sevgili dostlar.
Mübarek Ramazan Ayının da ortalarına geldik. Rabbim hakkı ile nice ramazanlara ulaştırır inşallah. Merhametin, bağışlanmanın, sevginin, hoşgörünün, ikramların, hayır ve hasenatların doruğa çıktığı Müslümanların bu konularda birbirleri ile yarıştığı ay Ramazan ayı. Yıllar ilerledikçe bu söylediğim değerler git gide unutuluyor veya azalıyor. Yapana ve uygulayana Allah(cc) bin bir bereket versin. Bazılarının dediği gibi Kahramanmaraş’ta Ramazan ayrı bir güzel değil bence, eskidenmiş o. O güzelim Ramazan heyecanını yaşamaya çalışanlara karşılık, çarşı, pazara bir çıkın bakın, Trabzon caddesinde kaç tane oruç tutan var. Bana mı denk düşüyor bilemiyorum, o su içenler, dondurma yiyenler, sigara içenler vs.vs.
En çok da neye üzülüyorum biliyor musunuz? Başı kapalı olup da sokak ortasında aleni bir şekilde yiyip içen kocaman kadınlar ile bir erkeğe sarılmış lakayıt biçimde dolaşan başı kapalı kızlarımıza üzülüyorum. İnsanlar temsil ettiği değerlerin hakkını vermeli bence, oruç tutmuyorsa da başına bağladığı o eşarba istinaden aleni şekilde yiyip içmemeli, sarmaş dolaş lakayıt bir şekilde gezmemeli.
Her insanın kendine göre ibadet ve inanış biçimi var, hepimiz aynı eğitimden geçmiyoruz. Olması gereken elinden geldiğince öğrenmek için çaba sarf etmek. Fakat bilmeyeni veya eksik bilenleri de kırmadan zor duruma düşürmeden bilgilendirmek gerekir. Rahmetli babam Dostozan Mehmet Hanifi Sarıyıldız bunu, “Çoban ve Hızır” kıssasını şiirselleştirerek izah etmiş.
ÇOBAN VE HIZIR
Bir gün dağda bir çoban,
Korkmuştu fırtınadan.
Sanki gök tepesine hışımla iniyordu,
Bu hengame, bu haşmet niyedir bilmiyordu.
Kar.. yağmur.. şimşek...
Neyin nesiydi, kim bilecek?
Düşünür, taşınır.
Mutlaka bunların bir yaradanı vardır.
Der, derdi ama,
Bir mana veremezdi karanlığa, akşama.
O, binlerce yıldızı,
Nasıl saklardı acep, bu küçücük gök yüzü?
Karanlığı süsleyen, bu nur lambalarını,
Kim yakar, kim söndürürdü.
Günlerce kafa yordu, günlerce düşündü.
Mutlaka vardı, bu dağları, taşları...
Gök yüzünü, yıldızları...
Yaradan, sahip olan
İnandı, iman etti çoban.
Amma velakin
Bu, türlü türlü imkanları yaradan için,
Şükretmek, teşekkür etmek gerekmez miydi?
Ah... bir bileydi.
Çoban,
Yerinde duramayan,
Kendi kendine,
Sıçrayıp hoplayarak, böylece başladı ibadetine.
Çok zaman geçmişti aradan,
Bir göl kenarına inmişti çoban
Koyunlarını sulamış,
Yine bildiğince ibadete dalmış
Sıçrayıp, hoplayıp duruyordu,
Sanırsın oyun oynuyordu,
İşte bu sırada,
Bir pir-i fani belirdi yanında
Her ikisi de,
Selam verip aldılar.
Şaşırıp bakakaldılar.
Çoban, yıllar var ki kimseyi görmezdi.
İhtiyar ise,
Çobanın haline daha çok şaşırmıştı.
Gerçekte böyle anormalliklere alışıktı.
Sordu.
-Derdin nedir, niye hoplayıp zıplıyorsun?
Niye boş yere kendini yoruyorsun?
Çoban,
-Sen öyle san,
Ben, bizleri ve her şeyi yaradana,
İbadet edip şükür ediyorum,
Ve ona,
Şarkılar söylüyorum.
İhtiyar bir daha şaştı buna.
İbadet nedir öğretmediler mi sana?
Diyerek,
Başladı anlatmağa, nasıl ibadet edilecek.
Önce abdesti, namazı anlattı.
Orucu ve bütün farzları. ..
Anlattı, tekrarlattı ihtiyar.
-Tamam, dedi işimiz artık
Ayrılma zamanı geldi,
Allahaısmarladık.
Aldı asasını eline,
Yürüdü gölün üstüne.
Tozlu yolda gider gibiydi,
Bu ihtiyar neyin nesiydi?
Hızır (A.S.)’dı besbelli.
Başka ne söylemeli?
Hızır (A.S.) epeyce ilerlemişti ki,
Sanki kulağında çınladı çobanın sesi.
Su üzerinde koşarak geliyordu çoban,
Düz yolda bile böyle koşamazdı insan,
-Ey amca,
Unuttum bazı şeyleri kusura bakma.
Abdestte ne diyecektim.
Namazda hangi sureyi okuyacaktım?
Hızır (A.S.) bir daha şaşırıp kaldı,
Şöyle bir arkasına kaykıldı.
Ey çoban.
Bana inan.
Sen tek başına,
Bu ıssız tenha yerde,
Allah'ını Yaradanını bilmişsin,
Ve onun katında yücelmişsin.
Seni su üstünde koşturan imandır.
O senin bildiğince yaptığın duandır.
Var git.
Yine bildiğince ibadet et.
Bir dahaki yazıda buluşmak ümidiyle dostça kalın.12.06.2017